Ali Elmacı sıklıkla eleştirdiği iktidar, medya, güç, popülarite kavramlarını Galeri Siyah Beyaz’da gerçekleşecek 4. solo sergisinde yeni bir söylemle güçlendiriyor. Elmacı bu defa otorite temasını, manipülasyon ve imitasyon kavramları üzerinden irdeliyor. Sanatçı gerçek ve taklidi geçmiş ve gelecek unsurları ile ele alıyor. Elmacı, geçmişte otoritenin güçlü bir sembolü olan tahtı referans göstererek; güncel iktidarların aynı paralelde hareket ederek kötü bir taklitten öteye gitmediğini eleştirel bir dille tuvale aktarıyor. Taht ideolojisinin imite edilerek portatifleştiğini vurguluyor.
Sergide sanatçı; bir yükseltme aracı olan, kolay taşınabilir, herkesin ulaşabileceği hafif bir obje olan sandalyeyi iktidarların altyapısız, niteliksiz, hafif ve insanlara dayatmacı üslupları ile özdeşleştiriyor. Elmacı’nın kendi deyimiyle çirkini resmettiği yağlıboya tuvaller bu sergi ile yeni bir boyut kazanıyor.
MELİS GOLAR : ‘İnsanların Üzerinde Yürüyen Sandalye’ Ankaralı sanatseverlerle buluşacağınız ilk, sizin 4. kişisel serginiz. Başlık olarak yine çarpıcı bir isim seçmişsiniz. Bu sergide bize ele aldığınız konudan biraz bahseder misiniz?
ALİ ELMACI : Ben bu sergide manipülasyon ve imitasyon üzerinden bir iktidar eleştirisi yaptım. Önce size birkaç tanım yapmak istiyorum.
İmitasyon: Belli bir örneğe benzemeye veya benzetmeye çalışmak.
Manipülasyon: İnsanların kendi bilgileri dışında veya istemedikleri halde etkileme veya yönlendirme işlemidir.
Taht: Hükümdarların oturduğu büyük ve süslü koltuk.
Sandalye: Arkalığı olan, dört ayaklı, kol koyacak yerleri bulunmayan tek kişilik oturma eşyasıdır.
‘İnsanların Üzerinde Yürüyen Sandalye’ sergisi bir taht öykünmesidir. Tahtın portatifleşmiş her yere taşınabilir hali olan sandalye aslında ideolojinin portatifleşmesini temsil ediyor. İdeolojinin ağırlığının, herkesin rahatça taşıyabileceği ağırlığı olmayan, köksüz bir tür kullan-at mekanizmasına dönüştüğünden bahsediyorum. İktidarlar ideolojiyi kendi kitlesine hızlıca yayıp, tüketilmesini sağlamak için onu portatifleştiriyor. Tıpkı bir hazır çorba gibi…Sulandırdığınızda anında çorbaya benzer bir tat veren ama sağlıklı olup olmadığı tartışılan bir yiyeceğin sunulmasına benziyor iktidarların davranışları. ‘Yöresel Lezzetlerimiz’ ismi altında market raflarında hızlıca tüketime hazır olmasına benzetiyorum onları. Bu çorbaların orijinal hazırlanma süreleri yarım günü alırken, poşetlerin içindeki toz haline gelmiş çorbaları sıcak suyla karıştırıldığında en fazla 10 dakikada sofraya konulur hale getirilmesi gibi… Yani sadece yöresel bir çorbanın adı ve az da olsa onu anımsayacak bir lezzeti vermesi artık yeterli hale geliyor. Sergi de iktidarın tam olarak bu politikalarını ele aldığı noktada başlıyor ve izleyiciye bunu gösterip, altını çizmeye çalışıyorum.
M.G.: Otorite ve iktidarın olmadığı bir ortamda insanlığın resmini yapsanız yine de “çirkin” mi olurdu?
A.E.: İnsanlığın olduğu bir yerde çirkinliğin olmamasına ihtimal vermiyorum. O yüzden mutlaka yine de çirkin bir şey çıkardı resmedecek.
M.G.: Sanatsal üretiminizin yıllar içinde değişime uğradığını görüyoruz. Resimleriniz daha cesur. Önceki serilerinizde karakterler bulundukları mekân, giydikleri kıyafet, bakışları, duruşları ve kompozisyonu tamamlayan diğer figürlerle karanlık ve kötücül havayı yansıtırken, yakın zamandaki üretimlerinizde çirkinlik ve kötülük ifşası artmış gibi…
A.E.: Ben resimlerimde genelde gündemde ne varsa onlardan beslenmeye çalışıyorum. Doğru orantılı olarak resimlerime de böyle yansıyor demek ki, gündemimiz de daha karanlık ve kötücül bir atmosfere doğru sürükleniyor. Şu an resimlerim söylediğiniz gibi ama bu hep böyle devam eder mi bilmiyorum açıkçası. Gündem beni bu noktaya getirmiş olabilir.
M.G.: Serilerinizde; aynı karakterleri farklı dönemlerinde resimlerinizde gezdirdiğinizi söylediğiniz bir röportajınızı okumuştum. Ana karakterlerin yanı sıra, kendinize ait bir sembolizm kullanıyorsunuz. Burada beliren çiçekler, hayvanlar veya objeler de sembolik olarak tekrarlanıyor mu? Yoksa her resimde farklı özellikleri mi var?
A.E.: Aslında kullandığım semboller genelde hep aynı anlamı taşıyor diyebilirim. Genel olarak aynı anlama geliyorlar ama resim resim ele alacak olursak farklı anlamlar yüklediklerim de oluyor.
M.G.: Figürlerinizin hemen hepsinde bize gözlerini ısrarcı bir tavırla diken karakterlerle karşılaşıyoruz. İzleyici resmi incelerken aynı zamanda izlenen konumuna da sokuyorsunuz. Bu yapay bakışmayı yaratmanızın amacı nedir?
A.E.: İzleyicinin izlenmenin verdiği rahatsızlığı hissetmesini istiyorum. İki insan karşılıklı konuştuğunda sürekli göz göze bakarak uzun süre konuşamaz. İki kişiden biri rahatsız olur ve gözünü kaçırır. Ben de resimlerimde göz teması kuruyorum izleyiciyle. Figürlerle göz teması kurmak izleyicinin hem hoşuna gidiyor çünkü karşısında gülen renkli bir figür var, hem de bir süre sonra gözetlenme hissi veriyor ve rahatsız ediyor. İzlenme hissi bir tek benim resimlerimde değil, her yerde. İzleyiciye de bunu tekrar hatırlatmak istiyorum. Karşımızda bize bakan bir göz olmadığı sürece kendimizi rahat hissederiz, ama bu görünmediğimiz, izlenmediğimiz anlamına gelmez. Mobese kameraları, mağazaların güvenlik kameraları her yerde izleniyoruz. Bunun bir rahatsızlık hissi vermesi gerekiyor ama biz bunu unutuyoruz. Gözetlenme hissi insanları rahat davranmaktan alıkoyar. Suçun önünü kesmek için yapıldığı söyleyen gözetleme mekanizmaları aslında iktidar tarafından yapılan bir toplumsal kontroldür. Ben de izleyicinin benim resimlerime bakarken gözetlenmenin rahatsızlığını tekrar tekrar hissetsin istiyorum.
M.G.: Resimlerinizde ana karakterin yanı sıra arka planda ve karakterlerin etrafında; minyatür ve bezeme tekniklerini çağdaş bir yorumla kullanıyorsunuz diyebilir miyiz?
A.E.: Evet aslında minyatüre çok büyük bir ilgim var benim. Mutlaka etkileniyorumdur. Ben Sinopta 34 haneli bir köyde doğdum. Bir tane ilkokul vardı ve bir tane de öğretmenimiz vardı. Bir okul çantam vardı, annem dikmişti muhtemelen. Çantanın üzerinde minyatürler vardı. Çocukluğum boyunca o okul çantasını kullandım. Dışındaki minyatürler en çok gördüğüm resim olabilir. Figürler gözümün önünde. Ne yaptıklarını çok fazla anımsayamıyorum ama bir sürü adam vardı, ellerinde mızrakları vardı. Anladığım kadarıyla iyi bir şey yapmıyorlardı, sanırım savaşıyorlardı. O minyatür beni hem ürkütmüştür hem de çok sevmişimdir. Eğer o figürlerle karşılaşsam herhalde korkardım öte yandan da beni çeken bir taraf vardı. Aradaki tuhaf atmosfer belki bugün ki resimlerimin de tohumunu atmıştır.
M.G: Üretim sürecinizden bahsedebilir misiniz?
A.E.: Üzerinde çalışacağım konuyu belirledikten sonra o konuya uygun eskizler yaparım. Sonra o eskizlerdeki figürleri mümkünse kendim fotoğraflarım. Bunun için bir prodüksiyon gerekir. Kıyafet ve objeleri alıp kompozisyonlar oluştururum. O fotoğraflardan da bir kolaj yaparım. Sonra o kolaja tamamen bağlı kalmadan, ama o kolajdan yola çıkarak resimlerimi tamamlarım. Teknik olarak yağlıboya kullanıyorum. Kağıt üzerine yaptığım çalışmalarda da genellikle mürekkepli kalem kullanırım, bazen de füzen. Ayrıca heykel çalışmalarım var. Heykeli de bir tuval olarak algılar üzerine resim yaparım orada da yağlıboyayı tercih ederim her zaman.
M.G: 2016 Contemporary İstanbul’da sergilediğiniz eserinizle ilgili üzücü bir olay yaşamıştınız. Bu tür bir olayı yaşayan bir sanatçı olarak, şu anda ülkemizde veya dünyada sanat ortamında tartışmalı olarak gördüğünüz veya sanat politikası olarak ilerleme olarak takip ettiğiniz olumlu/olumsuz bir karar veya olay var mı sizin için? Sizce bugün bahsedeceğiniz bu durumun yaşanmasının sebepleri nelerdir? Türkiye vereceğiniz örnek açısından nerede duruyor? Bizi düşünmeye itecek ne gibi konular vardır?
A.E.: Bir devlet politikası olması lazım sanatı ve sanatçıyı koruyacak onun söz söyleme özgürlüğünü savunacak, ve sağlayacak. Bir kanun olması gerekiyor. Ama zaten böyle bir şey yok. Devlet politikası zaten tamamen sanatçıyı ve üreteni yok etmek üzerine kurulu. Hiçbir kurumdan hiçbir şey beklememek gerekiyor. Türkiye’deki kurumlar sanatçıyı yalnız bırakıyor. En nihayetinde eş, dost, sanatçı arkadaşlar vs. bir şekilde yanında oluyorlar. Baskıyla ilgili Türkiye’de bazı projeler gerçekleştiriliyor. Baskı gördüğünüzü belirtirseniz yurtdışında sanatçıyı koruyan belirli sürelerde bazı rezidanslar var. Bana bu tür çözümlemeler de eksik geliyor. Nihayetinde 3 ay sonra dönüp dolaşacağın yer kürkçü dükkanı oluyor. 2016’dan beri yaşadıklarımın bir özeti olarak bir heykel yaptım. Sergimde göreceğiniz o heykel de benim ülke tasvirim. Sermaye ve sanatçının Türkiye’de nereye konulduğu ve onların nasıl yok edildiği ve bu yok etmenin nasıl bir gösteriye dönüştürüldüğünü betimleyen bir heykel oldu.
M.G.: Aslında sizin için çözüm yolunun mevcut durumları tekrar tekrar eleştirerek, sanata katmak olduğunu söyleyebilir miyiz?
A.E.: Evet benim yolum bu. Üreten herkesin de böyle olmalı ve ne olursa olsun yoluna devam etmeli.