Bir süredir takip ettiğim Küçük’ün sergisini heyecanla bekliyordum. Sergiye herhangi bir görsel veya metinsel yönlendirmeye tabii olmadan gitmeyi tercih ettim. Bu tercihte isabet etmişim çünkü ziyaret beklediğimden daha sürprizli geçti. Kimi zaman muğlak, bazen tam yerinde, arada sırada da içgüdüsel çıkarımlarla sergi ziyaretimi tamamladım. Serginin kendi içinde öne çıkan konu ve kavramları kimi zaman bireyselleşip sonra tekrar havaya savruluyor ve hepimizin hikayesi oluveriyor. Günlük olanı, sıradanlığı ve olağanlığı sade bir ifade ile anlatan Küçük’ün sergisini kaleme aldım.
Galerinin merdivenlerinden inerken ilk sürpriz karşıma çıkıyor. Kağıttan zincir halkalarıyla oluşturulmuş bir kutlamadan geriye kalan bir duvar süsü görüyorum, fakat nesne pek de rahat seçilmiyor çünkü herhangi bir aydınlatmadan yoksun. Sergi gezmeye başlarken bekleyeceğim en son şey, terk edilmiş hissi yaratan ve söndürülmüş ışıklarla net gözükmeyen bir çalışma. Önce bir hata gibi duran yerleştirme, ziyaretin sonunda anlam kazanıyor. Bu girizgah, serginin ana karakterinin doğum günü!
Koridorda ilerlerken bir futbol topunun işlevinden tamamıyla çıkarılarak dümdüz edilmiş şekilde yere serildiğini görüyorum. Bu öyle muntazam bir dümdüz etme ki, sakız kağıtlarını tırnakla düzleştirmeye çalışmamız aklıma geliyor. Sanırım bir erkek çocuğunun oyun alanındayız. Etrafta dart okları ve iğnelerle hedeflenmiş nota kağıtları var. Sonradan öğreniyorum ki; notalar bir grup çocuğun henüz sözle ve yazıyla ifadesini bulmamış çoğul seslerinin notasyonunu oluşturuyor. Sesleri duymak mümkün olmasa da hayalini kurmak serbest. Ben futbol topunun da verdiği çağrışımla top koştururken bağıran bir grup çocuğun yarattığı kakofoniyi düşledim.
Ana salona girince ise şaşkınlığım artıyor ve biraz afallıyorum. Duvara asılmış vakumlu poşetlerde köpek kemikleri, metroda ayakta duran yolcuların kavradıkları tutacaklardan kesitler, pizza kutuları, köpek oyuncakları ve üzerinde çiklet falları bulunan aynalarla karşılaşıyorum. Günlük hayata dair nesneler başkalaşıma girmiş, kullanım alanından çıkmış veya yeni anlamlar kazanmak için izleyicilerini beklercesine salona dağılmışlar. Kafam iyiden iyiye karışınca dayanamıyorum ve sergi metnine göz gezdiriyorum.
Sergi; bir karakterin doğumundan ergenliğine ve sonra da yetişkinlik sürecine doğru izlenebilecek biyografik bir nitelik taşıyor. Burada izlediğimiz karakter, şaşkınlığımı yersiz bırakmıyor ve kimi zaman bir insan kimi zamansa bir köpek arasında yer değiştiriyor. Köpek ve insan arasındaki ortaklıkları göz önüne serilirken aynı zamanda bu ikisi arasındaki benlik bulanıklaşıyor. Bu noktada köpeğe yakınlaşmak isteyen insanın iletişimiyle, insana yakınlaşmak isteyen köpeğin iletişimi işlenen önemli bir alt unsur olarak karşımıza çıkıyor. Bu iki canlının aralarında kurdukları dilin yalınlığı ve içinde barındırdığı duygusal ögelerin yanı sıra fonoloji üzerinden de aktarılıyor. Köpekle insan arasındaki iletişimde tekrar, ton, boşluk gibi kavramların öne çıkması serginin hem ismini açığa çıkarıyor hem de içinde sıkça karşılaşılan rastlantısal melodileri ve iletişim tasvirlerini anlamlı kılıyor. Sanatçı bir karakterin yaşam çizgisini ele alırken bu karakteri anonim bırakıyor ve bunu yapıtların içine ve alt metinlerine de işlenmiş. Öte yandan, bu anonimlik herkesi ve herhangi birini kapsayabildiği için hem sanatçının yaşamına dair izleri de kaçınılmaz bir şekilde barındırıyor hem de izleyiciyi serginin kimi zaman öznesi gibi hissetmesine de sebep oluyor. Her ne kadar örüntü köpekle insan arasındaki benzerliklerden yapılmış olsa da sanatçı çalışmalarının tümünü bu ilişkiye dayandırmamış. Bu durum kimi zaman sergiyi izleyen için takibi zorlaştırıyor ama diğer taraftan sanatçının nesnelerle kurduğu sosyal ve fiziki bağlarla ilgili kendi pratiklerine dair yeni ipuçları veriyor.
Ana solondaki turuma geri dönüyorum. Aynaların üzerinde bulunan çiklet fallarındaki manilere gözüm takılıyor, bunlar salonun içinde tekrarlı biçimde yerleştirilmiş olarak karşıma çıkıyor. Genelde aşka, sağlığa, iş hayatına dair rivayet ve tavsiyelere rastladığımız maniler, burada gereğinden de gerçek anlara değiniyorlar. “Birazdan altına işiyorsun” veya “Tarihi geçmiş bir yemeği yiyebilirsin” gibi günlük hayatla ilgili kimi durumlardan bahsediyor ve yakın geleceği öngörüyorlar. Yazılar o kadar olağan ve sığlaştırılmışlar ki, yazıldığı öznenin bir insan veya bir köpek olabilmesi muhtemel ve hatta önemsiz. Öte yandan falları okurken izleyici aynadaki yansımasını görüyor, fal her okunduğunda okuyucusunu işaret ediyor. Sergide tıpkı manili aynalar gibi dağılmış metro tutacakları Küçük’ün endüstriyel çevre ögeleri ve bu ögelerin işlev ve anlamlarına dair merakını açığa çıkarıyorlar. Aynı zamanda sergiye dahil ama kendi içinde bağımsız bekleme durakları oluşturuyorlar.
Sergide karşılaştığım tek köpek figürü; Goya’nın ‘Köpek’ isimli resmine referansla oluşturulmuş. Orijinal resimde eğik bir yığının içine batmış köpek burada üç boyutlu hale getirilmiş bir heykel olarak yeniden karşımıza çıkıyor. Sadeliğiyle resim geleneğine önemli bir çelme takan bu yapıta verdiği referansın, sanatçının yalın tarzı ile örtüşmesinin bir tesadüf olmadığını düşünüyorum. Yapıldığı dönemden bugüne sanat tarihinde o köpeğin nereye baktığı, hangi kütleye battığı ile tartışmalara konu olan eser, Küçük’ün heykelinde de bu sorulara hala yanıt arıyor gibi yerini almış, soru işaretlerini çoğaltıyor.
Büyük anlamlar peşinde koşma kaygısından uzak, sanatçı günlük yaşama dair ögeleri işlevlerinden kopartıyor. Bunlardan biri ve benim sergide en dikkatimi çeken çalışma; pizza kutuları ile oluşturulmuş temsili ören yeri maketi. Yapıtın ismi temsilinden pek de uzak değil, ismi “Arkeoloji”. Üst üste ve düzenli bir şekilde belirli yükseltiler halinde oluşturulmuş bu arkeoloji havzası, uzaktan bakışta köpeklerin toprağa gömdükleri kemiklerinin sanatçı tarafından ifşa edilmiş birer haritası gibi algılanıyor. Yakına geldikçe ise her pizza kutusunun içinde onca olağanlığı ve müthiş rastgeleğiyle yenilip bırakılmış pizza artıklarından başka bir şey bulunamıyor. Pizza kutuları aynı zamanda hem sanatçı hem de biyografisini izlediğimiz karakterin gençliğine dönemine göndermek yapıyor. Çalışmayı, hazır tüketim nesnelerine oldukça aşina bir jenerasyonun gençliğine dair bir arkeoloji olarak okumak da mümkün.
Duvarda kör alfabesiyle büyükçe yazılmış bir yazı “seni seviyorum” diyor. Farklı aşamalarda hayatına tanık olduğumuz karakter mesajını, bu kez duygularını dokunarak okunan bir alfabe ile iletiyor. Köpek ve insan arasındaki belirsizleşen çizgiler yapıtların hizalanmasına da yön veriyor. Bu noktada eserlerin asıldıkları yükseklikler kimi zaman bir köpekle iletişim kuracak boya hizalanmışken- seni seviyorum yazısında olduğu gibi- kimi zaman da insanlara sunduğu eleştirileri onların göz hizasına yerleştiriyor. Köpek kemiklerini vakumlu torbalara hapseden ‘Vegan’ isimli çalışma da buna güzel bir örnek. Sanatçı beslenme alışkanlığımızı yeni tüketim biçimleriyle aktarıyor. Köpeklere doğada bulmasının mümkün olamayacağı şekilde ve insan marifetiyle üretilen ödül mamalarını, insanlara sunulan ve üretim sürecine dair fikrimiz olamayan hazır besinlere benzetmek pek de yersiz olmaz.
Genel çerçevede bakacak olursak, sergi mutlaka geniş zaman ayırarak gezilmeli çünkü okuması, kolay olmayan farklı bir çok konu ve kavrama değinen bir nitelik taşıyor. Serginin biyografik özelliği bu kavramların farklı ve çok olmasının yarattığı doz aşımının üstünü örtüyor ama birbirinden uzak bağlamları zihinde bir araya getirmek açısından kimi zaman da zorlayıcı olabiliyor. Arada küçük molaları, kopuklukları ve incelikleri seven biri olarak bağlantılı gibi gözüken ama aslında merkezden oldukça uzak kalan ayrıntıları özellikle keyifli bulduğumu söylemeliyim. Ayrıca ilk kişisel sergisini açmış bir sanatçı hakkında geniş bir yelpazede konu işlenmesinin izleyici açısından doyurucu, sanatçı açısından ise zekice bir başlangıç olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden de bir sonraki sergisine nasıl yaklaşacağı ve odaklarını ne yöne kaydıracağı kendi açımdan heyecan verici bir bekleyiş olacak.
Ziyaretimi sonlandırırken girişte anlamlandıramadığım ışıkları söndürülmüş kutlama alanı beni karakterin hikayesinden mekanın dışına doğru uğurluyor. Eğlence bitti. Hav Hav Hav Hav Hav!
Sergi kredisi: Can Küçük, Woof Woof Woof Woof Woof, Pilot Gallery, İstanbul, 2020-2021.
Fotoğraf kredisi: Kayhan Kaygusuz
Daha fazla bilgi için;
http://www.pilotgaleri.com/exhibitions/detail/107
Bu yazı Kasım 2020’de;
https://www.unlimitedrag.com/post/bir-sosyal-hayvan%C4%B1n-biyografisi
yayınlanmıştır.
Unlimitedrag’a teşekkürlerimle.