Tarihin en büyük ve en yıkıcı sansürlerinden biri İskenderiye Kütüphanesinin yakılması sayılabilir. Kitaplığın yok olmasıyla insanlığın o güne kadar kaydettiği bilginin tamamının yok oluşu bugün dahi iç sızlatan büyük bir kayıp. Kitaplarla birlikte yitip giden pek çok düşünce, araştırma veya buluş şimdi bir yıldız tozu. Uygarlığı oldukça geriye götürdüğü düşünülen bu eylem günümüzde halen kimi zaman açık bir biçimde kimi zamansa türlü kılıflar altında tatbik ediliyor. Öyle ki bu durum; hepimizin hayatlarına sinsice sızıyor ve sansürü muhtemel kılıyor. Devlet kurumları, kültür sanat platformları, fon sağlayıcılar gibi farklı aktörler kimi zaman bunu destekler nitelikte adımlar atıyor ve hatta bazen uygulanmasının önünü bile açıyor. Özellikle güç ve iktidarı elinde tutan kişi ve kurumlar kamu düzeni yararına bahanesiyle veya topluma ters düştüğü mazeretiyle bazı düşünce ve özgürlük alanlarını kısıtlamayı bir marifet sayıyor.
Sansür kişide, karanlık, bilinmez ve tekinsiz bir hal bırakıyor. Zira, bilginin ve fikirlerin özgürce aktarılamadığı ve insani duyguların bastırıldığı bir düzen çökmeye mahkumdur. Evlerde korkuyla yakılan kitapların sobalara verdiği alevin harı ve tüten bacaların çıkardığı kara dumanın düşüncesi bile insana müthiş bir iç ürpertisi veriyor. Bu tür baskılamalar, ötekileştirmeler veya yok edişler her ne kadar somut bir gerilemeye işaret ediyor olsa da, bir yerde tamamı toplumun artık korkmadığı ve susmadığı anlarda su üstüne çıkıyor. Baskı sürecinde çoğu kitap içindeki düşüncelerle birlikte unutularak yok olurken, bazısı da baskı sonucunda elde ettiği zaferin bir simgesi olarak bugün hak ettiği kıymeti teslim alıyor ve bugün varlıklarıyla ışıldıyorlar. Belki de, dünyevi yokluğuna karşın çektiği zulüm, düşüncenin kendi anısını kültleştiriyor. Her ne kadar kitaplara, düşüncelerin özgürlüğüne ket vurulmasıyla kaybolan bellek zihinlerde bir kara delik oluşturuyor olsa da; Didem Erk kitaplara fiziki olarak yaptığı müdahalelerle bu belleği geri çağırıyor, altını çiziyor, zihinlere tekrar kazıyor ve hatta onlara yeni bedenler katıyor.
Siyah İplik başlıklı seride Erk’in çıkış noktası, Nazi hükmündeki Almanya’da 1933 senesinde muhalif yazarların kaleme aldığı on binlerce kitabın yakılmasına tanık olan Berlin’deki Bebelplatz Meydanı. Sanatçı kitapların geçirdiği talihsiz sürece dair gerçekle, kendine özgü yöntemlerle hesaplaşıyor. Bu seride sanatçı baskıcı yönetimler tarafından yok edilmesi emredilmiş, meydanlarda ve evlerde yakılmış kitapları ve onların sürgündeyken hayatına son vermiş yazarlarını esas alıyor. Erk bu dönemin karanlığını şamanik bir şifalanma ritüeline başvurarak aydınlığa kavuşturuyor. Kitapların içindeki her kelimeyi siyah ipliklerle dikmek kaydıyla birbirlerine bağlarken sanatçı, kitabı okunmaz hale getiriyor ve sözcüklere teker teker düğüm atıyor. Erk uyguladığı yöntemle zamanı uzun süren, meşakkatli ve meditatif bir performansla adeta durduruyor ve düşüncelere yapılan zulmü tersine döndürüyor.
Şamanik kimi ritüelleri pratiğine yerleştirerek, nesnenin ve ihtiva ettiklerinin yok edilmesi sırasında evrene yaydığı tüm kötü enerjiyi kendi ritüelleriyle yeniden çağırıyor ve atmosfere, uzama ve zamana yeniden armağan ediyor.
Kara Tohumlar serisinde ise Erk kitapların içindeki her kelimenin üstünden kendi el yazısıyla geçerek kitabı okunmaz hale getiriyor. Sansürün sebep olduğu ‘gözleri kör etme’ mecazı kitabın okunaksızlığıyla pekişiyor. Bilinç akışıyla yaptığı bu performatif eylem düşüncelere yapılan eziyetin altını çiziyor.
Sanatçı kitaplar üzerine ürettiği bu serilerle kitapları başka bir nesneye büründürüyor ve sahip olduğu bedeni ondan alan insanlığa yeniden ve başka bir biçimle teslim ediyor. Öyle ki, hakikat rüzgara karışan yakılmış kitapların külünde değil, susturulması imkansız insan zihninde gizli. Bu yüzden fiziki bir yok ediş, düşünceyi prangalara vurmak konusunda her zaman aciz kalacaktır.
T. Melis Golar
Ağustos, 2021