Galeri Siyah Beyaz 2017 yılı sezon açılışını ressam Figen Cebe’nin “kırmızı görüyorum… siyah karıştırıyorum…” ile yapıyor. Sergi Cebe’nin daha önce İstanbul’da sergilemiş olduğu “kırmızı görüyorum…” sergisindeki eserlerle, yeni oluşturduğu “siyah karıştırıyorum…” serisini bir araya getiriyor. Sanatçının günümüz olaylarına duyarlı bireyler olması gerektiğini savunan Cebe, kendi düşüncelerini bu kez siyahın ardına gizleyerek yansıtıyor. Siyahı farklı renklerin karışımından elde eden sanatçı, bu sergide tuvallerin boyutlarını da büyülterek izleyiciye kullandığı tekniğin inceliklerini daha detaylı izleme olanağı sunuyor. Sıklıkla ele aldığı ışık, zaman ve hareket konuları boya, teknik ve gölge ile harmanlanarak izleyiciyle buluşuyor. Tuvallerinde yinelemeleri gözlemlediğimiz Cebe, yaptığı tabloların her seferinde farklı dönemlerde farklı sonuçlar oluşturduğunu ve onlara atfettiği düşünce ve anlamların da zamana göre değiştiğinden bahsediyor.
MELİS GOLAR : Serginin ismi “kırmızı görüyorum… siyah karıştırıyorum…”(je vois rouge… je broie du noir…) Fransızca anlamında aynı zamanda, kızgınım, karamsarım, karalara büründüm, manasını da taşıyor. Ümitsizliği içinde barındıran bu sergi ismi sizin eserlerinizde nasıl bir yer buluyor?
FİGEN CEBE : yalnız Türkiye’de değil, tüm dünyada, çok zor bir dönemden geçiyoruz… çocukluğumdan bu yana, dünyada ve Türkiye’de, bölgesel savaşlar, soğuk savaş, ihtilaller, darbeler oldu… ama hep ilerleme kaydedebileceğimizi, savaşların biteceğini, daha adil bir dünya düzeni kurulabileceğini, barış olabileceğini ümit edebiliyorduk… kısaca söylemem gerekirse, ümit vardı… küreselleşme; SSCB’nin çöküşü ve internetin de yardımıyla, kapitalist sistemin daha da vahşileşmesine neden oldu, baş döndürücü bir hız kazandı ve son ekonomik kriz de dünyayı bu duruma getirdi… hayatım boyunca bir çok değişik ülkede yaşadım, şimdilerde de, Türkiye, Fransa ve İngiltere’de yaşadığım ve dünyada olup, biteni çok yakından takip ettiğim için, gidişat beni korkutuyor ve ümitsizim… önceleri üzülüyordum, bir süreden beri üzülemiyorum, çok kızgın ve karamsarım… galiba durumun kötülüğünden, mantığım kontrolü ele geçirdi… normalde iyimser bir insanım, muhakkak iyi bir şeyler bulup, onlara odaklanırım; hala bunu yapmaya çalışıyorum, zorlansam da… resimlerimde bu çatışma var zannediyorum… bu durumun yanı sıra, bu sene, arka arkaya çok değer verdiğim, çok sevdiğim iki insanı, önce Yaman Kayıhan’ı, sonra da Faruk Sade’yi kaybetmek beni çok üzdü… son resimlerimi yaparken, Faruk hep karşımdaydı… işlerim, her zaman düşüncelerimle psikolojimin karışımından etkilenir; düşüncelerimin rengini, atmosferini yansıtırlar… kullandığım simgeler ve imgeler de, ifade etmek istediğim mesajları resmederler… çeşitli nedenlerle dağılan parçalarımı toplamama da yardım ederler… bir önceki ve bu serginin isimleri, resimler bittikçe, doğal olarak, kendiliğinden ortaya çıktı… Fransızca olarak… aramam gerekmedi…
M.G. : “Soyutlama derin gerçekleri ifade etmek için kolay bir yol… dışarıdan gözükene, içim karşı çıktığı zaman, resmim iç dünyamı yansıtır.” Diyerek sanatınızla iç dünyanızı bize açtığınızı vurguluyorsunuz. Kullandığınız imge ve simgeleri kimi zaman belirgin nesnelerle öne çıkarırken, kimi zaman da soyut silüetleri titrek ışık hüzmelerinin içine gizliyorsunuz. Işık aynı zamanda yaşama dair referanslar da veriyor. İmgelerin seçimini rastlantısal mı yapıyorsunuz yoksa iç dünyanızın somutlaştığı seçimler diyebilir miyiz?
F.C. : odaklanıp, ne yapacağıma karar vermem uzun sürer, sonra ufak karalamalar yaparım, sonra desenleri tuval üzerine çizer, üzerlerinde oynarım… bilinç ile bilinçaltım, imge ve simgeleri seçerken birbirleriyle paslaşır… içgüdülerimin yardımıyla da, uygun geldiğinden emin olduğum seçimleri yaptıktan sonra, seçimlerimi sorgulamam… sorunuzun içinde, cevabım var aslında… özet olarak, aynen söylediğiniz gibi, ışık da, imge ve simgeler de yaşama, dünyaya dair referanslar veriyor ve bunlar, iç dünyamın somutlaştırdığı rastlantısal seçimlerin sonuçları…
M.G. : Sergide siyah boya kullanmadan farklı renklerin karışımından ‘siyah’ı elde ettiğiniz bir seri ile karşı karşıyayız. Siyahı kullanmamanız, karanlığı tam olarak kabullenmeme hali mi?
F.C. : resimlerimde, tüp içinden siyah renk çok nadiren kullanırım… siyah olarak algılanan renk aslında çeşitli renklerin en koyu halidir… bu yüzden, elde etmek istediğim atmosfere en uygun siyahı kendim karıştırmayı tercih ediyorum… sıcak bir siyah ile soğuk bir siyah için ayrı karışımlar hazırlarım… karanlığı reddetmem, ışığın varlığı en güzel karanlık sayesinde kendisini gösterir… görsel olarak da, felsefi ve psikolojik olarak da…
M.G. : Resimleriniz ince boya katmanlarından oluşuyor ve kullandığınız teknikte her katın boya kurumadan tamamlanması gerektiğinden bahsediyordunuz. Bu biraz da resminizle geçirdiğiniz süreç için zaman yönetimini önemli kılıyor. Tekniğinizin eserlerinizle olan etkileşiminizde bir anlamda performatif bir tarafı var mı?
F.C. : yapılışında var diyebilirim… deseni tuvalde bana en uygun haline getirdikten sonra, boya ile hem fiziksel hem de zihinsel bir çeşit trans evresine girerim… gözlerim hem görür, hem görmez olur… boyaların ve fırçaların yakın mesafe uygulama tekniğine odaklanarak, resmin detaylarında kaybolmak gibi bir durum… kollarımın, ellerimin uzantısı fırçalar beynimin gönderdiği emirlere uymaya çalışsalar da; hem fırçalar, hem de boyalar özgürlüklerini ilan edip, sürprizler yaratırlar… izleri takip edip, merakla beklerim… hiç ara vermeden, boya kurumaya başlamadan bütün resmin bir kat boyası bitene kadar, boyamaya devam ederim… uzaklaşmadan, ne yaptığımı göremem… bu süreçte, zaman yönetimi çok önemli, boyanın kurumaması lazım… kurumayı geciktiren malzemeler var, ama istediğim dokuyu elde edebilmek için kullanmak istemiyorum…
M.G. : Bu sergide bir önceki serginizde bulunan “Kırmızı Görüyorum” serisinin yanı sıra yeni siyah bir seriyle de karşı karşıyayız. Eserleriniz konu açısından birbirine eklenerek belki biraz zamanın getirdikleriyle de değişime uğrayarak, yeni anlamlar kazanıyor. Yalnızca resimlerinizde değil ben yazılarınızda da sıkça kullandığınız üç nokta (…) gibi söylediklerinize son noktayı koymayışınızda da benzer bir durum görüyorum. Yaşamın süregelen ve hiç bitmeyen deviniminin sizin sanatınıza olan etkisinden biraz bahseder misiniz?
F.C. : ben düşünceye, düşünme eylemine çok önem veririm… hayatta her şeyi, uzun uzun düşünceler, okumalar, tekrar düşünmeler sonucunda yaparım… çabuk karar vermem genellikle o konuyu daha önce düşünmüş olmamdan ileri gelir… bu, “yanlış yapmam” anlamına gelmesin… ama hayatımın o etabında, bana, kişiliğime en uygun gelen karar odur… sonradan pişmanlık duymam, yaşamam gerekeni yaşarım… sanat konusunda da bu böyle oldu, olmaya devam ediyor… her insan tektir, başka kimseye benzemez… kendi kişiliğimin, birikimimin, hikayemin sonucunda, bunların karışımından ortaya çıkan, özgün işler üretmeye devam etmek, çok önem verdiğim bir konu… özgünlük, samimiyet, dürüstlük, doğallık; insanda, hayatta ve sanatta en değer verdiğim olgular… hayatta çeşitli dönemlerden geçsek de, bu dönemler, bir zincirin halkaları gibi, birbirlerine hep bağlıdır, birbirlerinden bağımsız değildir… sanatla yaşam da birbirine benzer… aynen, bir zincirin halkaları gibi, işlerim arasında da doğal olarak hep bir bağlantı var… hatta, bir çok defa, aynı şekilleri kullanarak yaptığım seri resimler var… bunun nedenini bir çok kez anlattım, ama yine tekrar edeyim… her resmi, herhangi bir transfer tekniği kullanmadan, baştan sona ellerimle çizdiğim, boyadığım ve aşağı yukarı aynı renkleri kullandığım halde, sonuç hep farklı… bu serilerin aralarındaki büyük/küçük farklılıklarla birlikte oluşturdukları kompozisyonları çok seviyorum…”üç nokta”ya gelince “nokta”yı sevmiyorum, sert geliyor… ölüm dahil, hiçbir şeyin ‘nokta’ anlamında sonu yok… ve her konuda, söylenecek o kadar çok şey var ki… ‘nokta’ koymak, söylediklerime, yazdıklarıma adeta mutlak bir değer katıyormuşum hissi veriyor… ve ben ‘mutlak’ hiçbir şeyi sevmiyorum… değişkenlik, adaptasyon, yumuşak geçişler, daha uygun geliyor… huzur veriyor… bir de, özel isim durumları hariç, büyük harfi sevmiyorum… bu söyleşide de öyle olmasını rica ediyorum…
M.G. : Bir röportajınızda farklı medyumlara duyduğunuz ilgiden de bahsediyorsunuz ve işlerinizde ileride videoya da yer vermeyi düşündüğünüzü belirtiyorsunuz. Acaba bir sonraki seride böyle sürprizle karşılaşacak mıyız?
F.C. : hep istiyorum, senelerdir, projeler üzerinde düşünüyorum, ama daha uygulamaya geçemedim… itiraf etmeliyim ki, biraz teknik ve teknolojik desteğe ihtiyacım olduğu için böyle… söz vermeyeyim, ama belli mi olur ?
M.G. : Şu anda ülkemizde veya dünyada sanat ortamında tartışmalı olarak gördüğünüz olumsuz değerlendirdiğiniz veya sanat politikası olarak ilerleme olarak takip ettiğiniz olumlu bir karar olarak düşündüğünüz bir olay var mı sizin için? Sizce bu gün, bu durumun yaşanmasının sebepleri nelerdir? Türkiye vereceğiniz örnek açısından nerede duruyor?
F.C. : sanat & kapital, sanat & siyasi/dini güçler arasındaki ilişkiler her zaman çok yakın, çok belirgin olmuş… kapitali, gücü ellerinde tutanlar; sanatı güçlerinin göstergesi olarak kullanmışlar… Türkiye bu konularda hala öğrencilik, çıraklık döneminde… geçmişi kısa, bugünü de “kısıtlı, kısıntılı”…ara ara, ilerleme kaydedilmiş olsa da, engel çok fazla… ayrıca, detaylara girmeden,”güzel sanat” öğrencilerinden başlayarak, sanatçısının, sanat tarihçisinin, galericisinin, koleksiyoncusunun, sanatla ilgili herkesin kendini eğitmesi, eğitilmesi ve bu eğitimin sürekli olması lazım… “eğitim” ve “kadına bakış ve kadın hakları” (özellikle “kadın sanatçı” demiyorum) konularına örnek olarak da, bir Türk koleksiyoncunun bana söylediği sözleri örnek olarak vermek istiyorum… sözler aynen şöyle: “ben, kadın sanatçıların eserlerini almam, zira kadınlar, evlenirler, çocuk doğururlar, menopoza girerler vs ve çalışmaya devam etmezler”… sanat, yaşamın bir parçasıdır, ülke ve dünya gerçeklerinden bağımsız olması olanaksızdır…
Detaylı bilgi için; https://galerisiyahbeyaz.com/tr/gecmis/galeri-siyah-beyaz/2016-2017/kirmizi-goruyorum-siyah-karistiriyorum