Tüketim toplumu, küreselleşme, kültür piyasası ve politikaları, sosyo-politik düzenin sistem eleştirisi gibi konuların altını çizen Fırat Engin, disiplinler arası çözümlemelerle izleyicinin karşısına çıkıyor. Engin ‘Bu Yükü Daha Ne Kadar Taşıyabiliriz?’ sergisinde topluma dair güncel yaraları, haksızlıkları, manipülatif söylemleri, baskıyı ve bunların sonucunda oluşan insan davranış ve psikolojilerini bireysel hikayeler üzerinden aktarıyor.
Geçmiş sergisinde mülteci teması üzerinde duran sanatçı, güncelliğini hala yitirmemiş konunun paralelliğinde bu sergide de göç, kimlik bellek, aidiyet, ulus, aile, yuva gibi alanlara değiniyor. Sergide; evrensel problemler haline gelmiş bu kavramlar, ulus, toplum, kitle eleştirisi gibi çoğulcu yaklaşımlar yerine, bireysel hikaye ve izler üzerinden yorumlanıyor. Sanatsal üretiminde çok yönlülüğü, zengin malzeme ve içeriği yalın bir biçimde kullanan sanatçı, sergide yine izleyiciyi çok sesli bir dille karşılıyor. Engin, buluntu veya hazır nesnelerle malzemeyi dönüştürme yetkinliğini bir kez daha gözler önüne seriyor.
Sanatçı değişen dünya dinamiklerinin ortasında kalan bireylerin ulus, ırk, cinsiyet, aile kavramlarına dair yeni farkındalıklar geliştirmesini gerektiğini vurgularken ve güncel problemlere dair yeni çözüm yolları üretmeyi öneriyor.
MELİS GOLAR : ‘Bu Yükü Daha Ne Kadar Taşıyabiliriz?’ sergisinin kapsamından biraz bahseder misiniz? Sergi fikirsel alt yapısı nasıl oluştu?
FIRAT ENGİN : Geçen yıl (2016) gerçekleştirdiğim ‘Ruh Dolu Kayıklar, Su ve Düşler!’ başlıklı sergimin teması Suriye İç Savaşı nedeniyle gerçekleşen ‘Mültecilik’ kavramı üzerineydi. Konu üzerine gerçekleştirdiğim saha çalışması hem içerik hem de biçim anlamında, iş üretme yöntemimde radikal değişikliklere gitmemi sağladı. Bu örnekten de anlaşılacağı üzere, ben her zaman bir sanatçının kendisini yıkmasına ve yeniden kurmasına fırsat vermesi gerektiğine inanıyorum. Açıkçası 2007’den beri bu tutumum benim için bir yaşama biçimi. Bu anlamda her sergi, önceki sergilerin de birikimi üzerine eklenerek gerek teknik gerekse içerik olarak yeni bir mecra, yeni bir serüven.
‘Bu Yükü Daha Ne Kadar Taşıyabiliriz?’ sergisinin de, geçmiş tüm birikimlerin izlerinin görülebileceği ama aynı zamanda yepyeni bir önermeyi içerdiğini düşünüyorum. Göç, kimlik, bellek, aidiyet, ulus, aile, yuva vb. üst kavramlar kendi yaşantımdaki hesaplaşmaların bir tezahürü. Bugüne kadar ele aldığım konularda bir parça, dışarıdan ve mesafeli bir öznellik ile işe dahil olmayı tercih ederken, bu sergide işleri daha bireysel ve öznel bir alana çekiyorum.
M.G.: Bu sergi ile izleyicinin bahsettiğiniz kavramlara dair ne tür farkındalıklar geliştirmesini istiyorsunuz? Sizin bu yükten kurtulma öneriniz sergide nasıl yer alıyor?
F.E.: Açıkçası bu yükten arınmanın kesin bir formülünü bulduğumu söyleyemem. Ama dogmatik ve dayatılan tanımların, dikte edilen kavramların artık iflas ettiği günümüzde; tüm dayatmalar karşında farkındalığın arttığı yeni bir çağa giriyoruz. Ben bu çağı Türkiye’nin de ‘Gezi olayları’ ile beraber yakaladığını düşünüyorum. Bireysel algımızın genişlediğini, ulus, ırk, cinsiyet, inanç vb konularda farkındalığımızın yeni bir evreye geçtiğini, bu anlamda bireysel ve kurumsal eski tip sorumluluklardan arınmamız gerektiğini, böylece irademizi yönetebilme ve zihnimizde bir özgürlük alanı açabilme kapasitemize fırsat vermemiz gerektiğini düşünüyorum. Serginin adında yer alan ‘yük’ aslında bu türden bir metafor. Bu anlamda bellek, anı, göç, kimlik, aidiyet, ulus, aile vb. kavramlar makro bir gerçeklikten mikro bir gerçeklik alanına transfer edilmeli ve bu kavramları toplumsal tanımlamalar yerine kendi bireyselliğimizde yeniden anlamlandırmalıyız. Sergide yer alan işler ile izleyicinin kuracağı iletişim bu farkındalığı geliştirebilir.
M.G.: 2016 yılında İstanbul’da gerçekleşen ‘Ruh Dolu Kayıklar, Su ve Düşler!’ serginizde ele aldığınız mülteci kavramından sonra bu sergide maketini gördüğümüz Sealand aynı paralelde yeni bir ülke / ütopyanın önerisi mi?
F.E.: Sealand bana kalırsa bir umudun ütopyası. Verili gerçek dünyadan başka bir gerçekliğe bizler sanat yaparak transfer oluruz, izleyici de bu sanatla iletişim kurarak transfer olur. Bazen bu transfer olunan gerçeklik, gerçeğin kendisinden bile daha çarpıcı, daha etkili ve kalıcı bir etki bırakabilir yani gerçekten daha gerçek olabilir: Örneğin Picasso’nun ‘Guernica’ tablosu savaşın vahşetini bize öyle güçlü anlatır ki, bahsederken bile tüylerimiz diken diken olur; savaşın gerçeğini damarlarımıza kadar hissederiz. Sealand de bana kalırsa bir sanat eseri gibi okunabilir. Roy Bates belki tesadüf, belki şartların zorlamasıyla aklındaki deliliği ortaya çıkarır ve Sealand’i kurar. Şu anda Sealand’in hiç bir yasal geçerliliği olmamasına, tamamen de facto olmasına rağmen, 200.000’in üzerinde pasaportlu vatandaşı var. Yani gerçeklikte yeri olmayan bir ülkenin bu ütopik var oluşu, bize inanmak istediğimiz yeni bir olasılık önermekte. Bu önermenin az önce bahsettiğim bireysel ve kurumsal eski tip sorumluluklardan arınmamıza, irademizi yönetebilme ve zihnimizde bir özgürlük alanı açabilme kapasitemize fırsat verdiğini düşünüyorum.
M.G.: 2014 yılında CI editions için ürettiğiniz seride gündelik hayatta kullanılan basit bir hamburger kutusunu krom renklerle bir fetiş nesnesi haline getirdiniz. Burada çarpıcı unsur, bir tüketim nesnesinin edisyonlu üretilmesine referans vermesiydi. Benzer renkleri bu sergide bulunan ‘Nefes’ serisindeki pencerelerde de görüyoruz…
F.E.: Sizin de bahsettiğiniz gibi gündelik hayata dair bir nesnenin fetişleştirilmesi, tüketime dönük albeni refleksinin kışkırtılması, bu çalışmanın hedefleri arasındaydı. Böylece çok sayıda edisyonlu kurgulanan bu gündelik hayata ait basit, kullan-at nesne, izleyicide yüksek değerde bir metalaşma sürecini açığa çıkarttı. Ben bu çalışmada krom renkleri bu amaçlar doğrultusunda kullandım. ‘Nefes’ serisinde ise, atık pencerenin anı, bellek vb. temalarla iyi çalıştığını düşünüyorum ama bunun da ötesinde birey, aile, yaşam, hayat gibi kavramları da içeriyor. Nesnenin tüm bu özelliklerinin aynı zamanda Amerikalı suç psikoloğu Phillip Zambordo’nun ‘Kırık cam teorisi’ ile de örtüşen tarafları var. Bu teoriye göre; kırılan bir cam tamir edilmediğinde terk edilme duygusunu açığa çıkarır ve yakınındaki diğer camlar da, ya da nesneler de yıkıma uğrar. Çalışma tüm bu özellikleri nesne (atık pencere) üzerinden barındırır; krom boya ile boyanan kırık bölgeler ise yansıma ile izleyiciyi işe dahil eder ve terk edilmiş alan içerisinde yeniden konumlandırmayı hedefler. Böylece nesneye ve belleğe dönük yeni bir ‘Nefes’ kazandırılır.
M.G.: 2011 Art Beat sanat fuarında sergilenen Sanat-Para/Para-Sanat isimli çalışmaya ait sanat piyasasını değer, yapıt sanat ilişkisi üzerinden sorgulayan ve fiyat politikalarını eleştiren bir manifesto ile bir eser ürettiniz. Bu tür bir esere imza atan ve pek çok önemli koleksiyonda işleri olan bir sanatçı olarak, Türkiye’nin sosyo-politik durumu ve sanat piyasasındaki konumunu nasıl değerlendirirsiniz?
F.E.: Türkiye 2000’lerin başından beri hem sosyo-politik açıdan, hem de sanatsal açıdan bir değişim gösteriyor. Ben sosyo-politik açıdan Türkiye’nin bir vizyon problemi olduğuna inanıyorum, eksen sorunu var. Kültürel ve tarihi bağları bu denli köklü, güçlü bir coğrafyanın, bu kadar eksen sapmaları ve siyasi zikzaklar ile sosyo-politik açıdan bizi belirsizliklere sürüklediği kesin. Bu belirsizliklerden en çok etkilenen alanlardan biri de sanat piyasası. Sanatı bir üretim alanı olarak kıstırmanız, kapatmanız, engellemeniz mümkün değil ama sanat piyasasını etkileyebilir, moralini bozabilir ve bir çok kişinin işsiz kalmasına yol açabilirsiniz.
Bu bağlamda bu belirsizliklerden sanat piyasasının da kendisini koruması gerekiyor. Bana kalırsa bu korunma; gündelik, medyatik yönelimlerden kaçınarak olabilir. Ben Türkiye’de hem izleyicilerin, hem de koleksiyonerlerin iyi niyetli olduğunu düşünüyorum. Ama onlara sanatın entellektüel bir alan olduğunu iyi anlatamadığımızı da görüyorum. Bu anlamda mevcut sanat kurumlarının, sanat tarihçilerinin ve sanatçıların büyük bir sorumluluğu var. Yine de yaşadığımız sosyo-politik olumsuzluklara rağmen sanat piyasasının güçlü bir potansiyeli var. Bu potansiyeli uluslararası ölçekte güçlü yeni bağlantılar kurarak kurumsallaştırmalıyız. Artık içe kapanık değil, dışa dönük hamlelere ihtiyacımız var.
M.G.: Bu eseri özellikle bir sanat fuarında sergileyerek eleştiriyi pekiştirdiniz. ‘Ruh Dolu Kayıklar, Su ve Düşler!’ sergisini kimliği olmayan bir mekanda gerçekleştirdiniz. Özellikle heykelde önemli bir mefhum olan mekanla olan ilişki sizin için 3 boyutlu fiziki bir sorun olmasının ötesinde mekanların kurumsal varlığı ile de bütünleşmiş bir yapı içeriyor. Siz bu disipline nasıl baktığınızı biraz daha detaylandırır mısınız?
F.E.: Mekan; mimariden fotoğrafa, heykelden performansa, videodan yerleştirmeye kadar her sanat türünde sanatçılar için çok önemli bir dinamik. Sanat tarihinin her döneminde mekanın, her zaman sanatçılar için bir hesaplaşma alanı olduğunu görebiliriz. Hatta sanatta mekansızlık arayışları bile mekanın doğrudan içeriği belirleyen önemli bir etken olduğunu bize gösterir. Ben de mekanın farklı özelliklerini işlerimde kullanıyorum. Bu özellikler zaman zaman doğrudan heykelin mekanla olan gramerine dönük spesifik bir iş üzerinden kendini gösterirken zaman zaman da sizin verdiğiniz örneklerdeki gibi bir sergide ya da bir işte bütünüyle yer aldığı mekanın sosyo-kültürel-politik özelliklerini de kullanarak bir anlam katmanı oluşturur. Bu ikinci bahsettiğim özelliğiyle mekanın proje üzerindeki etkisi pasif ya da içe dönük bir hesaplaşmanın ötesinde, çok aktif ve işi tamamlayan bir dinamik rolü üstlendiğini gösteriyor.
Örneğin 2001 yılında düzenlenen 49. Venedik Bienali’nde Maurizio Cattelan İtalya’nın güneyinde yer alan ve o zaman %22 işsizliğin hakim olduğu bir Mafya Kenti olan Palermo’nun en yüksek tepesine Hollywood yazan bir yerleştirme gerçekleştirdi. Los Angeles’ın şöhret, para, popülarite gibi özelliklerinin aksine; suça batmış, ekonomik olarak sallantıda olan bir şehirde, bu ironik ve mizahi yerleştirme mekan (Palermo); tüm sosyo-kültürel ve politik özellikleri ile çalışmayı tamamlayan ve içeriğe son biçimini veren bir dinamik olarak okunabilir.
M.G: Şu anda ülkemizde veya dünyada sanat ortamında tartışmalı olarak gördüğünüz veya sanat politikasında ilerleme olarak takip ettiğiniz olumlu/olumsuz bir karar veya olay var mı sizin için? Sizce bugün bahsedeceğiniz bu durumun yaşanmasının sebepleri nelerdir? Türkiye vereceğiniz örnek açısından nerede duruyor? Bizi düşünmeye itecek ne gibi konular vardır?
F.E.: Bana kalırsa post prodüksiyonun hâkim olduğu yeni bir dönemdeyiz. Ben bu durumu her yıl düzenlenen Art Basel’in ‘Art Unlimited’ seçkisinde, Ai Wei Wei, Takashi Murakami, Damien Hirst gibi sanatçıların üretim pratiklerinde vb. birçok yerde görebiliyorum. 2015’de Art Basel’e gittiğimde ‘Art Unlimited’ bölümünde belki de milyon dolarlık devasa prodüksiyonlu işleri görme imkânım oldu, bu işlerin birçoğu sanat dünyasında isim yapmış sanatçılara ait. Aynı tarihte, Basel’de ama fuar kapsamında yer almayan 1998 tarihli İlya Kabakov’a ait bir başka iş daha gördüm. Bu iş, bir kadın eldivenin bronza dökülmüş ve kırmızıya (orijinal rengi) boyanmış hali. Eldiven sokakta herhangi bir yer diyebileceğimiz bir alana yerleştirilmiş, sanki düşmüş gibi. Eğilip almaya kalktığınızda ya da süpürge ile çöp diye atmaya çalıştığınızda yerinden kıpırdatamadığınızı anlıyor ve eldivenin aslında bir iş olduğunun farkına varıyorsunuz. Sonra da oraya yerleştirilmiş işe ait 4 farklı dilde 9 adet metin bulabiliyorsunuz, her metinde kayıp eldivene ilişkin hikayeler okuyabiliyorsunuz. Bu mütevazi yerleştirmenin gücü ve şiirselliği benim Basel’de en etkilendiğim olaydı. Sanat dünyasında kuşkusuz dev prodüksiyonların, şok etkilerin, skandalların her zaman yaşanacağını göz ardı edemeyiz. Hatta zaman zaman bu bir gereklilik de olabilir. Ama topyekün bir sanat alanının bu yönelimlere teslim olmaması gerektiğine, sanatın sadece bir prodüksiyon meselesi olmadığına inanıyorum. Çünkü bu yönelimler ister istemez sanatı gündelik, medyatik ve popüler bir alana çekiyor. Ben bu alanın tehlikeli ve tartışmalı olduğunu düşünüyorum.
Detaylı bilgi için; https://galerisiyahbeyaz.com/tr/gecmis/galeri-siyah-beyaz/2017-2018/bu-yuku-daha-ne-kadar-tasiyabiliriz