Küratör: T. Melis Golar
ODTÜ Müzik ve Güzel Sanatlar Bölümü, “Ayda Bir Sergi” kapsamında Mert Acar’ın sergisine ev sahipliği yapıyor. ‘Placeholder’ sergisi, insanın yeryüzüne müdahalesine işaret eden farklı mekânları ve izleri Mert Acar’ın fotoğraflarıyla bizlere sunuyor. Fotoğraflar, sanatçının yolculuğunu izlemeye olanak sağlarken, manzaranın değişimini katmanlara ayırıyor. Yollar arasındaki birleşme ve ayrılma noktalarını gözler önüne seriyor. Sanatçı, insanlığın yeryüzünü işgal ediş biçimini fotoğrafla kayıt ederek, melezleşen mekânları bir kez daha ele geçiriyor. Sergi manzarayı değiştiren ve yenileyen, kısaca insanlığa ait bir hikâyeyi, kapladığımız yer ve onu istila etme biçimimiz üzerinden sorguluyor. Farklı boyutlarda, 13 dijital baskılı fotoğraftan oluşacak sergi, aynı zamanda Mert’in yolculuğunu izleyebilmeye imkân sağlayan bir platformu da izleyiciyle paylaşıyor. Küratörlüğünü T. Melis Golar’ın üstlendiği ‘Placeholder’, 18 Mart 2016 tarihine kadar hafta içi her gün ziyaret edilebilir.
Değiştirilmiş Manzara Üzerine
Doğa, kendi içerisindeki değişiminin yanı sıra, insan müdahalesi ile de yeni bir fiziki çehreye bürünür. Kent ile doğa arasında kalmış, kırsalın dışında bulunan; insanların değişime ve dönüşüme uğrattığı, yol üzerindeki geçiş alanları; sadece melez bir görsellik yaratmakla kalmaz, aynı zamanda, içerisinde insanların belleklerine, hikâyelerine ve kültürel tarihlerine dair bilgiler de barındırır. Altmış yıldır fotoğrafta konumlanışı ivmeyle karşımıza çıkan değişim halindeki bu manzara; Yi-Fu Tuan tarafından geçiş peyzajı olarak nitelenirken, Shane Hulbert değiştirilmiş manzara kavramını öne sürer. Otto Schlüter’in sosyal manzara olarak nitelediği bu arada kalmışlığı Berger deneysel alanlar olarak yorumlar.
Geleneksel manzara anlayışıyla bakılınca, manzaraya dâhil olmadığına kanaat getirdiğimiz insana ait üretimler, zaman içerisinde pek çok yerde, manzaranın içine katılmış ve o manzaranın bir anı ve anısı olmuştur. Manzara fotoğrafının bu değiştirilmiş alanlara yönelmesinin önemli bir dayanak noktası olan insanların süregelen yayılmacı ve işgalci politikası, artık doğal manzaraları gözler önünden uzaklaştırmış ve doğal olanı ticari hale getirmeyi benimsemiştir. Bu yüzden fotoğrafın görevi son yıllarda güzel bir doğa manzarası çekmenin ötesine geçmiştir. İnsanların değiştirdiği manzaralar daha önceden hiç görülmemiş, bulunmamış ve keşfedilmemiş gibi hissedilebilir. Oysa ki insanlığın ayak izleri bu alanların deneyimlendiğini, belleğe alındığını gösterir. Bu görseller bazen elektrik direklerinin heybetli dağlarla buluştuğu, bazen coşkulu yeşilliğin hafriyat yığıntılarında kaybolduğu, kimi zamansa barajların yeniden şekillendirdiği yapay yükseltiler oluşturduğu melez mekânları ortaya çıkarır.
Değişime uğramış manzaralar doğanın bakirliğinden sıyrılarak, o alan hakkında yeni bir tarihsel hikâye oluşturur. Fotoğrafçının mekânı okuması üzerinden, manzaranın betimi de o manzarayı var eder. Değiştirilmiş manzara içerisinde; günlük yaşamın, dünyanın döngüsünün, gelişen teknolojinin, yayılan alanların, güç savaşlarının hepsinden bir iz bulmak mümkündür. Bu alanlar, doğanın kültürle olan güçlü ilişkisinin bir kanıtıdır ve uygarlığın değiştiği, politikanın belgelendiği, ekonominin evirildiği noktaları gösteren bir havza gibidir. Fotoğraf ise devinimli olarak değişen manzarayı, bir belleğe dönüştürür ve manzarayı sosyal, kültürel ve politik bir tarihsel alan olarak değerlendirir. Ülkenin sosyal ve kültürel seviyelerin gelişiminin aldığı yönü, sistemlerin kuruluş biçimlerine dair verdiği ipuçlarıyla, hâkim ekonomik çıkarların alana müdahalesini gözlemlemek gibi yorumlamaları genişletmek de mümkün olur. İnsanlığın giderek artan yeni ihtiyaçlarının doğa üzerinden karşılanması, yeryüzünü istila edişine hız kazandırmıştır. Yerleşim yerleri ve tarım arazileriyle süregelen yayılma, yüksek gerilim hatları, yapay ışıklandırmalar, yollar, fabrikalar, inşaat sahaları, barajlar ve maden ocakları gibi yeni oluşumları manzaraya katmıştır. Postmodernizmin atıkları olarak düşünülebilecek endüstri objeleri, düşünceleri ve teknolojileri beraberinde doğayı şekillendiren yığınlar oluşturarak, manzaralar üzerinde büyük değişimler yaratmıştır. Günümüzdeki konum belirleme ve benzeri teknolojilerin dahi bizi yönlendirmekte güçlük çekeceği bu tanımsız alanlar, Berger’in de belirttiği gibi, doğa ve kültür arasında duran deneysel mekânlar olarak karşımıza çıkarlar ve her türlü değişime açıktırlar. Uygarlık ise doğanın içerisinde kendine, doğanın gücüne rağmen, her zaman bir yer bulur. Değişim, insanlığın varlığıyla doğrudan alakalıdır ve bu sürekli keşfediş hiç bitmeyecek bir performans niteliği taşımaktadır.
‘Placeholder’ sergisi, insanın doğada oluşturduğu değişimlere işaret eden farklı mekânları ve insan izlerini Mert’in fotoğraflarıyla gözler önüne seriyor. Fotoğraflardaki alanlar, önceden tayin edilebilecek bir varış noktasını temsil etmek yerine süregelen bir yolculuğu ele alıyor. Fotoğraflar, yolun sonunda bekleyen metalara da referanslar veriyor. Kendi içerisinde durağan, mesafeli ve ıssız gözüken bu yerler, aslında birebir insanın varlığından bahsediyor. Harita üzerinde rasgele bir yer olmaktan öteye gidemeyen boş bir alanın, tanımlı bir lokasyon haline gelişine; Acar’ın yolculuğu ve fotoğrafları aracı oluyor. Sanatçının bilinmeyene yaptığı bu yolculuk performans niteliğindeki arayış olarak beliriyor ve karşısına çıkan yönler, yönlendirmeler, kendini bulduğu noktalar bu performans sürecinin sanatçı üzerindeki izlerini ortaya koyuyor. Kimi zaman birbirinden bağımsız kimi zaman ise bütünleşik zapt edişler izleniyor. Acar bireysel olarak merakını uyandıran bu keşfi bir kare içine hapsediyor ve izleyiciye bu deneyimi kendine has bir görsellikle sunuyor.
Fotoğraflar, manzaranın değişimini katmanlara ayırarak, yollar arasındaki birleşme ve ayrılma noktalarını gözler önüne seriyor. Sanatçı, insanlığın yeryüzünü işgal ediş biçimini fotoğrafla bir nevi kayıt altına alarak, melezleşen mekânları bir kez daha ele geçiriyor. Sergi, manzarayı değiştiren ve yenileyen, kısaca insanlığa ait bir hikâyeyi, kapladığımız yer ve onu tutuş biçimimiz üzerinden sorguluyor.
Işık gece ve gündüzü ayıran bir unsur mudur? Yol başlangıç ve bitiş noktalarını belirler mi?
“Hızla giden arabanın içinden gördüğü şeyi kaydetmez göz çünkü; silinen manzara da kendi taşıdığından daha fazla iz bırakmaz…” -Adorno, 2014
‘Placeholder’da sıkça karşılaşılan yollar, gece, gündüz, ışık, doğallık ve yapaylık gibi olgular manzaranın çekirdeğinde duran meselenin ana imgeleridir. Işık ve yol bu sergi içerisinde, hem hikâyenin merkezini oluşturan hem de hikâyeyi izleyiciye taşıyan güçlü bir söylemle karşımıza çıkıyor.
Yollar
Manzaralara ulaşım, endüstri devriminin işgal ağı olan kara yollarıyla sağlanır. Şehri çevreleyen otoyollar, şehrin sınırlarını oluştururken, aynı zamanda şehirleri birbirlerine bağlayan bir ağdır. Yolların etrafı standarttır ve dikkat çekicilikten yoksun, tekdüze bir alan sunar. Bu alanların bir manzaraya dönüşmesi, varılacak noktanın, fakat ufukta henüz görülmeyenin vereceği küçük referanslarla hissedilir.
Disneyland’a giden güzergâhın yolculuk yapana sunduğu, doğa içerisine yerleştirilmiş büyük tanıtıcı reklam panoları, ulaşılacak alana işaret eder. Reklam panoları ne Disneyland’ın içindedir ne de dışında. Bu referanslar insanlığın araziler üzerinde oluşturduğu devasa heykeller gibi de görülebilir. Kimi zaman doğanın gücü karşısında bu heykeller kaybolmuş ve zavallı iken, kimi zaman da yayılmacı politikanın getirdiği ivmeyle doğayı yok edecek insanın izini bir yara gibi bırakan yapılar haline dönüşür. Yollar sadece insanın alana ayak basışının önemli bir göstergesi olmakla kalmaz, aynı zamanda o manzaranın tarihsel bir dönemine ait, insanın kırsaldan kente çektiği haritadaki uzun bir çizgiyi temsil eder.
Işık
İnsanların yaşam alanlarının işaretlendiği bariz noktalardan biri de yapay ışıklandırmalardır. Bir uygarlığa ait yerleşik alanı vurgulayan, geceyi aydınlatan, yapay ışıklar; fotoğraf teknolojisinin de yardımıyla, insan izlerine dair ıssız fakat kuvvetli ipuçları bırakır. Benzer şekilde şehir ışıkları, tabelalar, benzinlikler de bu değişime dayalı alanların doğal olmayan ışıkları haline gelmiştir. Şehir ışıklarının manzaraya yansıması ışığın nereden geldiğini sorgulatacak bir varoluştur. Işık aynı zamanda tüketici toplumun bir temsili gibidir. Berger’in ‘Fotoğrafı Anlamak’ kitabında değindiği ışıklar, insanların tüketim şekillerini ve hâkimiyet duygularını pekiştirdikleri bir imgedir. Yalnızca karanlığı aydınlatmak için değil mevcudiyeti de gösteren, açık bırakılmış pek çok ışıklandırma adeta bomboş alanlarda ruhları misafir ediyorken, insanlığın diktiği bir bayrak hissi uyandırır.
İnsanların buradaki işgalci hâkimiyetini, özellikle ışık ve yollar üzerinden, fiziki noksanlıklarına rağmen bariz şekilde gözlemlemek mümkün. Nallıhan, Konya yolu, Kızılcahamam,
Beytepe ve Ankara’yı çevreleyen isimsiz alanların birbirine bağlantısından çıkan harita, Mert’in mekânı bizim için işgal ederek tuttuğu noktaları ve yolculuğunu bir düzlemde birleştiriyor.
Mart, 2016
T. Melis Golar