Horasan, Galeri Siyah Beyaz’da 06.04.2018 – 08.05.2018 tarihleri arasında gerçekleşecek ‘Serseri Örümcek’ başlıklı sergisi ile Ankaralı sanatseverlerle buluşuyor. Sanatçı sergide insan bedenini ve doğayı kendine özgü biçimde yorumluyor. Horasan’ın resimlerinde insan, hayvan, bitki ve doğa formları grotesk tavırla öne çıkıyor. Amorf bir yapıyla, iç içe geçen figürlerinde sanatçının grafik disiplinin de takip edilebileceği kompozisyonları rastlantı ile kurguyu bir araya getiriyor. Kendi içinde pek çok kodlama ve kavram barındıran çalışmalarında Horasan; renk, leke, gölge gibi detayların inceliğini gözler önüne seriyor.
MELİS GOLAR : Resimlerinizde insan bedeni ve doğanın deforme edilmiş suretleri kimi zaman karanlık bir izlenim bırakırken kimi zaman grotesk bir görsellik sunuyor; hatta bazen de tümüyle alaycı bir tavra evriliyor. Kısaca eserler kederi de neşeyi de barındırıyor. ‘Serseri Örümcek’ sergi ismi bende aynı hissi uyandırıyor. Muzır ve ürpertici… Sergide bu iki uçla karşılaşacak mıyız?
HORASAN : Galiba bu iki taraflı bir şey. Acı ve neşe, cenaze ve düğün gibi… Emir Kusturica’nın filmlerinde bu tema çok vardır; bir parça dram, biraz da coşku görürsün. Resim yaparken uzun zamandır içinde bulunduğum hal bu. Bir şeyi tamamen dramatik yapabilirsin. Bazen dramatik yaptığın şey grotesk, ya da korkunç yaptığın çok sert olabilir. Bunların içinden espriyi ve alaycılığı yakalayabildiğim zaman kendimi daha iyi hissediyorum açıkçası. Sadece karanlık olan işler de yaptım ama onların içinde de hep esprili ve alaycı bir taraf vardı. Eskiden beri bunu yapıyorum. Aslında bu karakterimden de kaynaklanıyor olabilir. Bazı şeyler hayatta bizim için sert olabiliyor, bunları karşılamak topu göğüste yumuşatmak gibi bu benim için. Belki de bu yüzden bu ikisi hep beraber. Bu sergi için de şunları söyleyebilirim; son beş senedir çok ciddileştik; toplum ve birey olarak; duygusal ve psikolojik olarak inanılmaz ciddiyiz. Her şey artık eğlenceden çok uzağa gitmeye başladı hayatımızda. Çünkü özünde umudumuzu, gelecek duygumuzu kaybediyoruz ve endişe etmeye başlıyoruz. Tabi bu durum herkes gibi beni de etkiliyor. Bu yüzden bir yandan dalga geçmeye, gülmeye çalışıyorum aynı zamanda yaptığım işin ciddiyetiyle yan yana durmaya çalışıyorum. İçinde bulunduğum durumun hem bir parçası oluyorum hem de dışından bakıyorum, dalga geçerken aynı zamanda onunla yaşıyorum. Yani aslında bir tür başa çıkma biçimi hayatla.
M.G. : Figürlerinizdeki deformasyon grotesk tavrı yoğun biçimde hissettiriyor. Bu figürler aynı zamanda efsane, mit, tanrı ve canavarlardan da izler taşıyor mu?
H : Bu figürleri canavar yapmak ya da insan ötesi bir yere sokmak gibi derdim yok. Düşüncem şu; her canlının eşit olabileceği fikri, eşit yaşamsal kaygı ve eşit özgürlük… Şehirlere geldik ve birçok yeri talan ettik. Doğal hayatı mahvettik. Biz insan olarak kendimizi o kadar kutsal ilan ettik ki, bizim dışımızdaki her canlı bizden sonra gelen bir canlı gibi. Bu kabul edilebilir bir algı değil benim için, bence dünya için de öyle olamaz. Aslında bizim üstün ırk olma, insan olarak kendimizi sürekli biricik hale getirme durumumuzun, bizi sürüklediği bir yer burası. Daha fazla tüketiyoruz, daha fazla arzuluyoruz, daha fazla istiyoruz, daha değerli biziz. Bizim dışımızda her şey değersiz; doğa da değersiz, diğer canlıların da bir anlamı yok. Benim söylemek istediğim şey; aslında hiç farkımız yok. Bu coğrafyalarda, denizde, havada, yaşanan bütün yerlerde her canlının eşit hakkı var. Adaleti bozan insan. Yani bu hegemonyayı belirleyen, Afrika’ya gidip orada bir anda en değerli hayvanları talan eden, filleri öldüren, sırf yemek için köpek balıklarının yüzgeçlerini kesen canileriz aslında.
Bu anlamda canavarlıktan bahsedeceksek gerçekten insanın canavarlığından bahsedebiliriz, doğal yaşamın canavarlığından değil. Doğal hayat kendi içinde akışını sürdürüyor ve olması gereken kadar her şey. Fakat bizde her şey olması gerektiğinin çok ötesinde. Ben burada figürü ele alırken insanı tek başına kutsayarak ele almak istemiyorum. Bedeni Yunan mitolojisindeki bir beden olarak görmek istemiyorum. O bedeni bütün canlılarla iç içe görmek istiyorum. Bu yüzden; o bedenin içindeki, ona eklenen, onda azalan ve fazlalaşan her şey aslında bir grotesk tavırdan öte, hepsinin bir olma hali. Derdim aslında bu. Gözümüzde hep insanı ikonlaştırıyoruz. Aslında insandan öte, güzel insanı ikonlaştırıyoruz. Bugün toplum düzeni de zaten tamamen ona işaret ediyor. Her şey güzel insan olmak için, fit bedenler, güzel yüzler bütün bunlara işaret ediyor. Sürekli oraya doğru evrilmemiz gerektiği düşüncesi içerisindeyiz. Bu yüzden de çok sıkı tüketim içindeyiz. Bugün dünya güzellik endüstrisindeki ürünler, tekstil endüstrisinin bu noktaya gelişi bizim onlara sahip olma isteğimizle alakalı. Yapılandırırken, dünya üzerinde bir şeyi de yok ediyoruz aslında ve bunu görmek istemiyoruz. Çünkü onun sonuçları çok sonra gelecek, biz bugüne ait yaşıyoruz. Bu grotesk hikayenin arkasında fantastik bir dünya da var mı? Var. Yaptığım ‘İçimdeki Şeytanı Öldürürsen Meleği de Öldürürsün’ (2010) sergisi insanın bu ikircikli halini ele alıyordu. İnsanın tek bir birey olmayışı, kötülük ve iyilik arasındaki farkın çok bıçak sırtı olmayışı… Ben insanın hem iyi halini hem kötü halini beraber görmeye çalışıyorum ve burada tarafsız kalmaya, yargılamamaya çalışıyorum.
M.G. : Çalışmalarınızda sanat tarihi ve sanatçıların üretimlerinden ilham aldığınızı sıklıkla ifade ediyorsunuz. Hatta önceki dönemlerde “Çarpışma” ve “Labirent” sergileri ile sanatçılara saygı duruşunda bulunduğunuz serilerle izleyici karşısına çıktınız. Benim karşılaştığım eserler genellikle yabancı sanatçılara atıfta bulunduğunuz çalışmalardı. Türk sanatçılardan bu manada ilham aldığınız veya eserleri üzerine çalıştığınız isimler var mı?
H. : Ben aslında grafik mezunuyum ve resim yapmayı ressamlardan öğrendim. Akademik bir eğitimim yok resim alanında. Resmi resimle öğrendim. Fotoğraf çekerek, özgün baskı yaparak öğrendim. Resme ilgim babamın bana aldığı müze kitaplarıyla başladı. Bu bir refleks olarak devam etti. Bakarak öğrendim, sürekli kitapları inceleyerek öğrendim. Oradaki resimler gibi yapmaya çalıştım, aslında kopyalayarak öğrendim. Benim resim öğrenme biçimim bu. Tabi ilk başlarda bizde basılı yayın yoktu. 70’li yıllardan bahsediyorum. Elimizde Türkçe basılı yayın hiç yoktu. Görebileceğim Türk sanatçılar da yoktu. O zaman Türk sanatçıları görebileceğim sadece Hayat ve Ses dergilerinin arasından çıkan posterler vardı. Hasan Vecih, İbrahim Çallı, Hikmet Onat, Nazmi Ziya gibi eski ustaların işlerini orada görmüştüm ama yine de çok fazla değildi. Onlar sadece posterdi. Kısacası kendimi geliştirirken, diğer taraftan da sürekli bakmayı ihmal etmedim. Benim için sürekli yazarlardan, şairlerden, sanatçılardan öğrenmek bir öğrenme biçimi. Türk sanatçılarına ithafen bir çalışma yapmadım, onlara gönderme yapmadım şimdiye kadar, bu da benim zafiyetim olabilir. Bir kitap yazılırken mutlaka referanslarla yapılır. Bizde etik olarak hiçbir sanatçı kendi kitabında kendi döneminden bir sanatçıyı görmek istemiyor. Bu bir sorun aslında. Sebebini bilmiyorum, belki doğulu toplum olmamızdan kaynaklanan bir şey. Herkes biraz mutfağını saklıyor, malzemesini saklıyor. Karışık malzeme yazıp geçiyor insanlar tuvalin üzerine. Oysa Avrupa’daki kitaplara baktığım zaman tek tek materyal neyse hepsi yazar. Galiba kendimizi deşifre etmemek, sırlarımızı saklamak gibi durumumuz var. Sanki sadece yurt dışına bakıyoruz, kendi sanatçılarımıza bakmıyoruz gibi bir algı var. Tabi ki hepimiz kendi sanatçılarımıza baktık. Belki onlar gibi olmak istediğimiz işler de yaptık. Kimi zaman gizli gizli ürettik ama kimsenin bu gerçeği deşifre ettiğini zannetmiyorum. Ben şimdi biliyorum ki genç sanatçılar benim işlerime bakıp etkilenebilir ki ben de çok etkilendim bir çok sanatçıdan; Türk sanatçıdan da, yabancı sanatçıdan da.
M.G. : Grafik temelinin size getirdiği avantaj ve dezavantajlar nelerdir?
H : Grafik eğitimi görmem benim için önceleri büyük bir dezavantajdı. 80’li yıllarda yarışmalara katılmaya başladığımda, o temelde iş üretiyordum. O zamanki pentür anlayışı benim yaptığım işe tamamen aykırıydı. Çünkü ben boyayı bir ressam gibi kullanmıyorum, bir grafiker gibi kullanıyorum. Tipografi de kullanıyorum. Bunlar grafik temelli olduğu için ilk başlarda yadırgandı, ayrıksı bir yerde de durdum. İllüstratif olmak suçlanırdı. Bugün konuşulamaz bile üstünde, bunun eleştirisi bile olamaz. Öykü anlatmak aşağılanan bir şeydi. Bütün bunlar o zamanlar benim içim hem artıydı, hem eksi. İnsan kendi yaptığı işe derinden inanırsa, saygı duyarsa, yaptığına güvenirse, dışarıdan gelen eleştiriye göre yön bulmak gibi bir anlayışa sahip değilse, kendi iç dünyasıyla hareket etmeyi tercih ediyor. Ben de kendi iç dünyam üzerinden hikaye kurmayı tercih ettim. Tabi ki başlarda sisteme dahil olmam kolay olmadı. Beni sistemin içine böyle kabul etmeleri 15 sene sürdü. Güzel tarafı; bir karakter olarak da yer alıyorsunuz sistemin içerisinde. Fakat bu da bana yetmiyor açıkçası. Beni belli bir kimlikte tutma isteği bloke ediyor, özgür alanıma çok müdahale ediyor. Benim üretme isteğime ve yenileşme arzuma karşı bir duvar gibi duruyor. Onun için denemekten hiç vazgeçmiyorum. Belli bir kimlikte durmak bir gibi derdim yok. Tabi ki insanın tarzı her şeye rağmen vardır. Sen ne yaparsan yap sonuç olarak senin içinde bir ben vardır çok derinde bir yerde. Her zaman bir şekilde hareket ediyordur, onun izlerini görürsün. Gülerkenki halini, konuşurkenki vurgularını, yürürkenki hareketlerini değiştiremeyeceğin durumlar vardır. Üzerine sürekli koyarsın. Grafiğin bana getirisi, bir sürü farklı sanat disipliniyle çalışmamı sağlamasıdır. Fotoğraf, tipografi, özgün baskı… Kağıt üzerine yaptığım çalışmalar bana bir çok tekniği yan yana kullanabilme olanağı verdi. Aslında sanat çok disipline evrildi, bu çok iyi. Çünkü bir tek disiplinde yol almak zorunda değilsin. Heykel yapıp üzerini resim yapabilir ya da o heykelle enstalasyon yapabilirsin, video çekebilirsin; birçok şeyi yan yana kullanabilirsin. Her sanatçının mutlaka ağır eleştirilere maruz kaldığı kabullenilmediği bir dönem olur; bu da güzel bir sınavdır. Sanatçının yola devam edip etmeme kararını vermesi, kendine olan saygısını güvenini ve çalışma azmini sabit tutması için olması gereken diye düşünüyorum.
M.G. : Bir röportajınızda sanatsal üretiminiz için sürekli malzeme, çizim, anı, nesne biriktirdiğinizden bahsediyorsunuz. Bu birikimler sanırım dürtüsel bir şekilde çoğaldığında bir sergiye evriliyor. Sergiden sonra sizin için eserler miladını tamamlamış oluyor mu? Yoksa yeni birikimlere mi geçiyorsunuz? Ya da bir süre daha orada kalıp etkileşimi gözlemlemeyi tercih mi ediyorsunuz?
H : Sergi yapma fikri benim için çok heyecanlı bir fikir. Bunun bir tek yöntemi yok benim için, kimi zaman biriken dönemsel işlerimin bir araya gelmesinden de oluşabilir. “Serseri Örümcek’’ de böyle bir sergi. Sadece bir isimle serginin ruhunu betimleyebilirim. Bazen de bir konuya kafayı takıp, o konuda araştırıp okuyabilirim. Yaşlanmak üzerine Londra’da yaptığım sergi ‘’Vakti Gelince” de böyle oluştu. Aslında her sergi benim için kendimi test ettiğim, kendimle boy ölçüştüğüm ve kendimi izleyici yerine koyduğum bir durak. Bir sanatçının sergisi bende merak uyandırmalı, gitmek istemeliyim. Kötü bir sergi de olabilir, kötü bir film de ya da iyi aktarılmamış olabilir; önemli değil. Ben o filmi yine de görmek isterim. Tim Burton’un, Lars von Trier’in bütün filmlerini görmek isterim çünkü bilirim ki Lars von Trier her seferinde bana başka bir şey sunacak; kendine sunduğu gibi… Kendimi heyecanlandıramıyorsam, kendi sergimi merak etmiyorsam onun bir esprisi kalmıyor. Sergi beni bir yerden bir yere taşımalı, bir geçiş süreci yaşatmalı, evrilmeli, başka fikirler doğurmalı. Bütün fikrim sergi yapmak üzerine değil, bütün fikrim öncelikle iş yapmak üzerine. Bu çok karışık bir süreç. Gerekçelerini çoğaltınca üretim gerekçelerini de çoğaltmış olursun. Tek bir gerekçe üzerinden iş üretmek benim yöntemim değil. Belirli bir konu üzerine çalışmak bir süre sonra tıkanmaya sebep olabilir. Ben kendi adıma gerekçelerimi çoğaltmaya çalışıyorum; okuduklarımı, kültürel birikimimi, tat aldığım şeyleri türetiyorum. Daha çok bilgilenmek, daha çok merak etmek ve yeni yeni söylemler oluşturmak istiyorum. Tabi bu ticari olarak riskli bir şey. Ama ben böyle bir riski çoktan göğüslemiş durumdayım. Bir resim üzerine o dönem çalışmak istemiyorsam, ki bu atölyede farklı sezonlardan yarım kalan bir sürü iş vardır; üstünü kapatıp yeni döneme geçebilirim. Benim için duygusu bittiyse bitmiştir. Kimi zaman geri de dönülebilir ama onun zamanını belirsizdir, bir gün gelir, beni bulur ve bir daha üret derse başka bir dille onu tekrar yapmak isteyebilirim.
M.G. : Sanatçının kendi arşivini oluşturması ve topluma sunuşu hakkında düşünceleriniz nelerdir?
H : Her sanatçının kendisiyle ilgili bir arşivi, bir deposu vardır. Bunun yanı sıra sanatçının biriktirdikleri vardır; desenler, kitaplar, yazılar, notlar… Kısaca ciddi bir arka planı vardır; hiç durmayan, sürekli çoğalan. Bazen neden biriktirdiğini bilmeden de biriktirirsin, sadece sezgisel olarak da biriktirirsin, bazen de çok bilinçli olarak biriktirirsin. Atölyeye bütünüyle benim beynimin içi olarak bakınca, her an buradan bir şey çekip alma fırsatım var. Bir çok şeyi toplayıp sonra sevdiklerimden karma oluşturup onları sonra tekrar geri bırakmak sonra bunu gerekirse tekrarlamak… Ben arşive böyle bakıyorum. Sanatçının çalışma disiplini ve biçimini görme açısından topluma yararlı olabilir. Örneğin; ben en çok bir sanatçının sanat koleksiyonunu merak ederim. Bir sanatçının atölyesine gittiğim zaman kütüphanesini merak ederim çünkü kütüphane kişinin okudukları, merakları, ilgi alanları ve sevdikleridir. Öte yandan pratik bir tarafı da var tabi. Bazen insan devam ederken nerede olduğunu unutabilir. Nasıl bir yerde olduğunu ve ne yaptığını, yani yolunu kaybedebilir. Arşiv bazen yolunu bulmak için değerlidir. Kendi derinine, dehlizine inmek istediğinde biriktirdiklerin; desenler, boyalar, kütüphane sana yardımcı olur. Geriye dönüp bir defterime baktığım zaman ben o problemle ilgili ne düşünmüşüm, demek ki bu benim konularım arasındaymış dersin. Bunları düşünüyormuşum ve yapmamışım dersin.
M.G. : Şu anda ülkemizde veya dünyada sanat ortamında tartışmalı olarak gördüğünüz veya sanat politikasında ilerleme olarak takip ettiğiniz olumlu/olumsuz bir karar veya olay var mı sizin için? Sizce bugün bahsedeceğiniz bu durumun yaşanmasının sebepleri nelerdir? Türkiye vereceğiniz örnek açısından nerede duruyor? Bizi düşünmeye itecek ne gibi konular vardır?
H. : Kültür politikası diye bir şey olamaz, daha doğrusu kültürün politikası olamaz. Kültür bir politika, bir siyasal güç tarafından belirlenemez. En azından belirlenmemeli. Kültür kendi içinde oluşan, gelişen, tortulanan, sonra da kuşaktan kuşağa geçen, yaşayan, aurasıyla, enerjisiyle var olan bir mevhumdur. Fakat öyle bir zamandayız ki kültür dediğimiz şey de artık metalaştı ve metalaşan her şey gibi şu anda kültür de pompalanıyor. Kültürün sağı solu yoktur. İyi şiir iyi şiirdir. İyi bir resim iyi bir resimdir. İyi bir resmin sağı solu olamaz. Şu an bize dikte edilen kültür politikaları tamamen özgürlükten uzak, özgürleşmeden uzak, açık düşünceden uzak bir noktada. Bizden belli bir şekilde üretim yapmamızı istemek, bir süre sonra özgürlüğümüzü elimizden alıyor. Bugün İstanbul’da bile bir sürü alan gitti. Örneğin; AKM. AKM’de çok cesur sergiler yapılmıştı. Şimdi böyle bir kamusal alan yok mesela, bir sanatçının başvuracağı bu kadar büyük ölçekte bir sergi yapılabilecek bir alan yok… Böyle bir kurum kalmadı. Bunun gibi bir sürü yer de kapandı. Bunlar kültürel budamalar. Üretimin o alanda gelişmesini istemiyorlar, bizi başka tarafa doğru yöneltmeye çalışıyorlar. Sanatçı aciz insan değildir, her şeye rağmen üretecektir. Her dönemde de bu böyle olmuştur. Buraya faşizm de gelse, dikta rejimi de gelse sanatçı her zaman üretir. Sanatçı kendini sistemin dışında tutabildiği, üretimine devam edebildiği sürece kendi, enerjisini devam ettirebilir. Ben “devlet bize yardım etsin” düşüncesinde değilim. Ben devletten bir şey beklemiyorum, engel olmasın yeter diyorum, ki onu bile demiyorum artık. Çünkü biliyorum ki yurt dışına bir şey götüreceğim zaman önce gümrüğe götüreceğim işlerimi, büyük zorluklar çıkacak, vergiler, satmamak üzere götürdüğünü ibraz etmeler, bir takım şartlar vs. Zaten benim dışarıya açılmamam için, arkamda yeterince çile var. Benim yaptıklarım da yetmiyor tek başına. O zaman biz entegre olmaktan bahsedemeyiz.
Ben burada çok değerli sanatçılar olduğunu biliyorum, çok sıkı üretimler var ama entegre olamıyoruz. Bir de bizim gözümüze yurt dışındaki sanatçılar sokulduğunda, artık yabancı sanatçılardan eser aldığını söyleyenler olduğunda tabi ki kızıyoruz. Her sistem kendi adamını ve kendi fikrini çoğaltmaya baktı, dışında kalan herkesi örseledi. Bu üretmememiz için bir bahane değil, ona rağmen çalışacağız. Şevkimizi ve arzumuzu canlı tutmaya çalışıyoruz. Öyle büyük bir zorluğumuz var ama her şeye rağmen var olmaya devam etmek zorundayız. Bu bir zorunluluk değil aşk, onu da ekleyeyim. Burada zorunluluktan bahsedemeyiz, bu bizim işimiz değil, bu bizim aşkımız. Yani içine doğduğumuz bir durum. Bu işi yapma isteği o kadar heyecanlı ve canlı ki her şeye rağmen zaten devam edeceğiz.
Detaylı bilgi için: https://galerisiyahbeyaz.com/tr/gecmis/galeri-siyah-beyaz/2017-2018/serseri-orumcek