Mimar, akademisyen, sanatçı Sinan Logie, Galeri Siyah Beyaz’da ‘Topoğrafya Örnekleri’ başlıklı sergisi ile Ankaralı sanatseverlerle ilk kez buluşuyor. Son yıllarda Türkiye coğrafyasının yoğun inşaat faaliyetinin izlerini akademik araştırmalarında da sürdüren Logie bu çalışmalarını tablolarına taşıyor.
Şehri, sokakları, peyzajı, mimari yapılaşmayı kayıt altına alırken, Logie resimlerinde bu alanları kendi soyutlama biçimi ile yeniden yapılandırıyor. Şehre dair bireysel deneyim ve eylemlerin bıraktığı izleri, izleyicinin yorumuna açıyor. Tüketim toplumunun yarattığı bitmek bilmeyen yenileşme, yapılaşma ve vahşi kentleşmenin altını çiziyor. Bir harita veya mimari bir plan oluştururken kullanılan farklı ölçekleri özgün soyutlamasıyla hareketlendiriyor. Resminde “sürekli bir gerçeği soyutlayıp, üstüne yeni bir gerçeğin nasıl üretildiğini araştırdığını” belirten sanatçı, her yeni serisinde kendi sınırlarını zorluyor.
Logie’nin sanat pratiği ve mimari alt yapısı; kaykay tecrübesi ile ilginç bir biçimde birleşiyor. Şehirleri gözlemlemesinin ve araştırmasının yanı sıra şehri fiziki olarak tecrübe etme alışkanlığı sanatçının tuvallerine performatif bir hareketlilik katıyor. ‘Topoğrafya Örnekleri’, sanatçının yanlızca siyah ve beyazı kullandığı monokrom bir sergi olma özelliği taşıyor. Logie, boyaya yeni dokular ekleyerek oluşturduğu üç boyutla, resimlerinde kağıt üzerinde parafin, talaş gibi aslında yapılaşmanın da elemanları olan malzemeleri kalıplar halinde kullanarak, yağlıboya ile tuvallerini yeni katmanlarla buluşturacak.
MELİS GOLAR : Şubat 2018’de Öktem Aykut Galeri’de ‘Temel Parçacıklar’ başlıklı solo bir sergi açtınız. Ardından kısa bir süre sonra ise Galeri Siyah Beyaz’da ‘Topoğrafya Örnekleri’ sergisi ile ilk kez Ankara izleyicisiyle buluşuyorsunuz. Yeni bir seriniz ile karşı karşıyayız. Bu iki sergi arasındaki geçiş sürecinden ve ‘Topoğrafya Örnekleri’’ne nasıl geldiğinden biraz bahsedebilir misiniz?
SİNAN LOGIE : Yıllardır, ‘Akıṣkan Yapılar’ baṣlığı altında ürettiğim tüm iṣleri, hayatımın zihinsel durumlarıyla bağlamaya çalıṣıyorum. Her üretim safhasını, yeni bir ‘‘faz’’ olarak tanımlıyorum. ‘Temel Parçacıklar’ sergisi, İstanbul’da deneyimlediğim kentsel durumların, inṣaat faaliyetlerinin, bir dıṣavurumuydu. Megapol ve çeperlerindeki yürüyüṣlerimle iliṣkiliydi. ‘Topoğrafya Örnekleri’nde ise beni, İstanbul ile Ankara arasında, araba veya uçak ile sıklıkla kat ettiğim yollarda kaydettiğim geniṣ manzaralar etkiledi. Her iki seri, ülkemizde süren yoğun imar ve altyapı projelerinin izleri ile iliṣkili, ama ölçekleri farklı. İlki İstanbul’un yoğun kentsel dokusunun içinden bakarken, ‘Topoğrafya Örnekleri’ Anadolu platosundaki insan izlerinin bir yorumlaması. Bakıṣtan öte, her sergide var olacak mekana göre bir malzeme seçkisi ve dokusu da var. Öktem Aykut’taki eserler, galerinin, Şiṣhane’de yeni brüt beton ağırlıklı mekanı ile bir titreṣim arıyıṣı içindeyken, bu sergide Siyah Beyaz’ın soyutluğu ortasında bulunan monokrom mermer ṣömine, mekanla bütünlük arayıṣımın eksenini oluṣturdu diyebilirim.
M.G. : Uygulama yaparken kullandığınız malzemelerin getirdiklerine teslim olmaksızın mimari birikiminizi ve bedensel performansınızı tuvale aktarıyorsunuz. Mimari alt yapınızın kaykay ile bütünleşmesi bu noktada sanatınıza da yansımış durumda. Tuvallerinizdeki hareketleri kentle alakalı dışavurumcu bir tavır olarak yorumlayabilir miyiz?
S.L. : Kaykay disiplini, Polinezya adalarında baṣlayan ve binlerce yıllık bir gelenek olan dalga sörfünden türedi. Polinezya diyalektiğinde sörf: ‘‘He’enalu’’ olarak ifade edilir ve ‘‘dalgayla birleṣmek’’ veya ‘‘dalganın üzerinde kaymak’’ anlamına tekabül eder. Yıllarca sürdürdüğüm kaykay pratiğini, ṣehirle bir olmak için bir bedensel ve varoluṣsal mücadeleye benzetirim. Bu çaba esnasında, kentte ve kentlilerle paylaṣtığınız bu enerji değiṣ tokuṣu bir ṣekilde size geri döner ve sizi değiṣtirir. Kaykay dünyasında ‘‘Acı yoksa, kazanç yok’’ deriz. Tuvallerim ve resimlerimle aynı tavrı sürdürdüğüm söylenebilir.
M.G. : Geçmiş dönemlerden bugüne eserlerinizi gözlemlediğimde, tuvallerinize yeni katmanlar eklemlendiğini; talaş, alçı gibi inşaat malzemelerini kullanarak bir boyut daha kattığınızı görüyorum. Bu katmanları ekleme dürtüsü nasıl oluştu?
S.L. : Bu dürtüyü Belçika’daki mimarlık eğitimime borçluyum. Carine Jacques veya Olivier Bastin gibi ustalarım beni her zaman vardığım noktanın ötesinde, kat ettiğim güzergah üzerinden yorumlama cömertliğinde bulundu. Bu yüzden, mimari veya sanat üretimimde bir “tarz’’ arayışım yok. Henüz bir noktaya varmadım ve varmak istemiyorum. Çalıṣmalarımı, daha çok Nicolas Bourriaud’nun “stil” tanımına bağlıyorum, yani bir ‘‘eserin stili, onun güzergahıdır’’ anlayışına… Benim güzergahımın tesadüfleri; atölyemin Dolapdere gibi inṣaat malzemeleri satılan bir mahalleye kayması veya bel fıtığı sorunları yüzünden elimin ‘‘ustalaşmasından’’ vazgeçip resim sürecini bir problem çözümü egzersizine dönüşmesi olabilir. Sadece, ‘‘dalga ile birleṣmenin’’ bir dıṣa vurumu.
M.G. : Yoann Morvan ile yazdığınız 2016 yılında basılan ‘İstanbul: 2023’ kitabında bahsettiğiniz gibi kentleşmenin vahşiliği ve değişen kent çehresi önlenemez, karanlık ve agresif bir biçimde hayatlarımıza etki ediyor ve bir yerde bizi çözümsüzlüğe itiyor. Serilerinizi oluştururken akademik çalışmalarınızı da referans aldığınızı biliyorum. Bu noktada ‘Akışkan Yapılar’ serisinin ismi benim ilgimi çekiyor. Akışkan bir yapı ile karşılaşamadığımız bu şehirlerde akışkan olan nedir?
S.L. : 2000 yılında ‘Akıṣkan Yapılar’ adında bir makale yazmıṣtım. Bu metin, bir anarṣist manifesto niteliğini taṣıyor benim için; Henri Lefebvre’in ‘‘izotopik’’, yani iktidar eliyle inṣaa edilen mekanların karṣısında ‘‘heterotopyalar’’ olarak tanımladığı, statik kurallardan kendini arındırabilen geçici durumların var olabileceği bir alan tahayyülüydü. Akıṣkanlık, statükoya karṣı bir tavır. Şehri yürümek veya kaykay üzerinde deneyimlemek bu arayıṣın bir parçası. Kısacası, etrafımızda, gittikçe daha az durum akıṣkan, ama onları esnetmek bizim eylemlerimize bağlı.
M.G. : Soyutladığınız plan, peyzajlar veya mimari alanları farklı ölçeklerde inceliyorsunuz ve yeniden yorumluyorsunuz. Bu alanların seçimini nasıl yaptığınızı merak ediyorum.
S.L. : Bu konuda belli bir metodum yok. Ama, mimari çalıṣmalarım, akademik ortamdaki öğrenci araṣtırmaları, kentteki yürüyüṣlerim ve okumalarım bir güzergah oluṣturuyor ister istemez. Bu imgeler ve deneyimler çok farklı ölçeklere tekabül ediyor, bir mimari detaydan, bir gecekondu mahallesinin ara sokaklarına kadar uzanan mekanları kapsayabiliyor. Ama her zaman bir gerilim, bir sürtünme hissi ortak noktaları olabilir. Bu soruya otuz yıl sonra daha iyi cevap vermeyi ümit ediyorum.
M.G. : Bir röportajınızda “Resim olan şey, kağıtta kalan beyaz alanlar mı yoksa örtülmüş olan mürekkepli alanlar mı?” sorusunu sorarak, resminizde kent ve mimariyi, kapalı formlar ile kamusal alanın açıklığını bütünleştirdiğinizden bahsediyorsunuz. Bu özgün soyutlama tekniğinizden biraz bahseder misiniz?
S.L. : İnsanlığı hayvanlar aleminden ayıran özelliklerden biri, soyut konseptler geliştirebilme becerisi. Beyinlerimizin bu bilişsel kabiliyetini, kentlerde yaşamanın çılgın projesini mümkün kılan kurallar veya kültürel olarak paylaşılan davranışlarla birlikte kompleks dillerin ve bilimin doğuşu sağladı. Çevremizin etkisiyle birlikte bedenimiz ve dillerimiz geliṣir, bu eylemler kognitif psikologlar, Jacques Mehler ve Emmanuel Dupoux’a göre, bireylerin zihinsel durumunu tanımlar: “Bu zihinsel durumlar, iç bileşimde organize olan bir işaretler ve semboller sistemi ile karşılaştırılabilir, tıpkı matematikçilerin formülasyonları veya doğal dillerin ifadeleri gibi. Bu unsurlar, tüm bilgimiz ve onun içerisindeki mantıksal ilişkilerden oluşan insan ruhu tarafından düşünülebilir olanın kapsamını veya sınırını tanımlayan bir ruh dilini belirler.” Kısacası, bu soyutlama arayıṣı, içimdeki ‘‘maymun’’ ile ‘‘insan’’ arasındaki müzakerenin bir ifadesi.
M.G. : Şu anda ülkemizde veya dünyada sanat dünyasında takip ettiğiniz ve tartışmalı olarak gördüğünüz bir haberi paylaşabilir misiniz? Sizin sanat ve sanat politikasıyla ilgili güncel hassasiyetlerinizin ne olduğunu merak ediyorum.
S.L. : Sanat veya mimari alanlarındaki yayınları genelde toplumdan kopuk ve kendi kalelerini korumaya yönelik aygıtlar olarak görüyorum. O yüzden gittikçe az takip ediyorum. Her iki alanda da bazı kiṣilerin ‘‘star’’laṣmasını, içinde olduğumuz gösteri toplumunun dürüst yansımaları olarak tanımlamak mümkün. Okuma alanlarım daha çok kent teorilerini ve genel bilimsel alanları kapsayan geniṣ bir panel içeriyor. Sanat alanı ile bağlantımı yoğun bir ṣekilde sergileri gezerek kuruyorum ve kiṣisel gözlemlerimle algılayarak ve yorumlayarak sağlıyorum. İçinde olduğumuz üretim formlarını onlarca yıl sonra tartıṣmak bana daha sağlıklı geliyor. Türkiye’ye gelince; sanat politikasından bahsetmek, bir ayının ormanda yaṣaması kadar basit bir kavramsal düzleme inmeyi gerektiriyor. Ama o ormanda bir kaç kahramanın da var olduğunu kabul etmek önemli.
Detaylı bilgi için tıklayınız; https://galerisiyahbeyaz.com/tr/gecmis/galeri-siyah-beyaz/2017-2018/topografya-ornekleri